journal
0%
...

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Akademik yolculuğunuz nasıl başladı?

Lisedeyken araştırma yapmayı kafama koymuştum. Ancak o dönem, sanki bunun için mutlaka yurt dışında okumak gerekiyormuş gibi bir izlenimim vardı. O zamanlar internet bugünkü kadar yaygın değildi; şans eseri kitaplardan üniversitelere bakmaya başladım ve bazılarına yazdım. Hatta oldukça fazla başvuru yaptım ama çoğundan doğrudan ret aldım. Bunlardan biri de Caltech’ti. Brandeis University’i, Batu Erman Hoca’nın da doktorasını yaptığı bir üniversite olarak duymuştum. Amerika’da biyokimya alanında 6. sırada yer aldığını ve burs verdiğini öğrendim. Başvurdum, kabul edildim ve burs da alabildim. Doktora içinse çevremdeki insanların ne yaptığına baktım. Boston civarında MIT ve Harvard vardı. MIT’den olumlu yanıt aldım ve doktoramı orada yaptım. Sonrasında, bir süreliğine Türkiye'yi özlediğim için geri döndüm. Ancak o dönem yine bir ekonomik kriz vardı. TÜBİTAK’ta görev aldım ama çok fazla ilerleme kaydedemediğimi görünce tekrar yurtdışına döndüm. University of Maryland’da postdoc yaptım. Daha sonra İTÜ’ye geldim. Bilimin bana hitap eden özel bir yönü var. Her şeyin sorgulanabilir olması çok hoşuma gidiyor. Elbette bu, büyük bir birikime dayanıyor. Bizim bireysel kapasitemiz sınırlı olabilir ama bizden önce gelen dâhilerin oluşturduğu temelin üzerine bir şeyler inşa edebiliyoruz, katkı sunabiliyoruz. Bu da oldukça tatmin edici. Orta yaşlarımda daha iyi anlıyorum ki bilimin bu sorgulayıcı doğası benim karakterime çok uygun. Belki bu tamamen şans değil, ama ortaokul ve lise dönemlerinde aldığım dersler beni bu yöne yönlendirmiş. Bugün gerçekten mutlu olduğum bir alandayım. Postmodern bir çağda yaşıyoruz; her şeyin doğru olamayacağı çok açık. Bilimde ise deneylerle neyin ne olduğu açık biçimde sorgulanıyor. Bu yönüyle benim için çok anlamlı. Elbette zor yanları da var. Sizler de göreceksiniz; deneysel çalışmak gerçekten zor çünkü birçok deney sonuç vermiyor ve o zaman elinizde hiçbir şey olmuyor. Ama yine de bu süreci seviyorum. Nasıl ki sizler bitirme projeleri yapıyorsunuz, ben de Brandeis University’de bir laboratuvarda çalışmaya başlamıştım. Oradaki hocamın da söylediği gibi: “Bir şeyi deneyle test edemiyorsan, ben bu işten ne anladım?” Her şey böyle olmak zorunda değil elbette ama bizim alanımızda bu yaklaşım çok tatmin edici. Zorluklarına rağmen bu yolculuktan memnunum.

...

Peki bir bilim insanı olmasaydınız hangi mesleği seçerdiniz?

Muhtemelen doktor olurdum, yani tıp okuyacaktım herhalde. Gerçi tıp da tam anlamıyla bilim sayılmaz bence — yanlış anlaşılmasın, alınmasınlar — ama daha çok bir meslek bence. Tıpkı avukatlık gibi, doktorluk da çok saygı duyulması gereken bir meslek. Ama benim insan ilişkilerim çok harika değildir; bu yüzden klinik anlamda doktorluk bana çok uygun olmayabilirdi. Öte yandan akademide olmak, sizlerle etkileşim içinde olmak çok hoşuma gidiyor. Tabii doktorluk da çok zor bir meslek, ona da büyük saygım var. Yani tam anlamıyla bilimin dışına çıkmazdım belki, ama daha çok bir meslek sahibi olurdum. Akademik ortamda değil, uygulamalı bir alanda çalışırdım diye düşünüyorum.

Türkiye’ye dönüşünüz nasıl oldu? Yurt dışında kalıp çalışmayı hiç düşündünüz mü?

Vallahi... sanırım biraz duygusal bir karardı. Açık konuşmak gerekirse, MIT oldukça soğuk bir yerdi. Her okulun doktora programı öyle değildir tabii ama orası biraz mesafeliydi. Bir noktada ailemi özlediğimi fark ettim. O yüzden dönmek istedim. Şimdi geriye dönüp baktığımda da bu karardan memnunum. Elbette kariyer açısından yurt dışında çok daha fazla imkân vardır. Ama diğer taraftan, o ortamlar oldukça rekabetçi. Sadece Amerika değil, Avrupa’daki akademik çevreler de öyle. Şu an burada aileme, kuzenlerime, geniş aileme yakın olmaktan dolayı mutluyum. Çünkü ne kadar sevseniz de uzakta olmak bir noktadan sonra zorlaşıyor; özellikle de sevdiklerinizin zor zamanlarında yanlarında olmak istiyorsunuz ama olamıyorsunuz. Bu nedenle, bu açıdan bakınca dönüş kararımın arkasındayım. Üniversiteden arkadaşlarıma da bakıyorum. Şimdi görüyorum, birçoğu da kendi ülkelerine döndü. Belli bir yaştan sonra insan, kendi dilinin konuşulduğu, kendini ait hissettiği bir yerde olmak istiyor galiba.

Şu anda üzerinde çalıştığınız projeler veya araştırmalar nelerdir?

Daha önce bahsettiğim postdoc sürecim, gen ekspresyonu ve regülasyonu üzerineydi. Aslında postdoc'un böyle bir avantajı var: Doktora sırasında çoğu zaman danışmanınız projeleri almanıza izin vermez, ama postdoc'tan projenizi alıp ayrılabiliyorsunuz. Ben de oradaki deneyimlerim üzerine araştırmalarıma devam ediyorum. Araştırma konum, Nuclear Factor 1 adlı bir transkripsiyon faktörü ailesi üzerine. Bu ailenin dört üyesi var ve zaman geçtikçe biyolojik önemleri daha da netleşiyor. Embriyonik gelişim, merkezi sinir sistemi gelişimi gibi süreçlerde rolleri olduğu gibi, bu transkripsiyon faktörleri hücre farklılaşmasını — özellikle kök hücrelerin farklılaşmasını — düzenliyor. Dolayısıyla bu faktörlerdeki bozukluklar kanserle de ilişkilendirilebiliyor. Elimizde, özellikle kök hücre farklılaşması üzerine bazı verilerimiz var. Ancak şu anki koşullar, bu çalışmaları kanser hücre hatlarında yürütmemizi daha uygun kılıyor. Bu yüzden özellikle beyin kanserlerinde bu transkripsiyon faktörlerinin rollerini araştırıyoruz. Araştırmalarımızda bu faktörlerin yeni etkileşim partnerlerini tanımlamaya çalışıyoruz. Çünkü transkripsiyon faktörlerinin belirli DNA bölgelerine bağlanarak başka proteinleri oraya ‘recruit’ ettiği, yani yönlendirdiği biliniyor. Bu etkileşimler üzerinden yeni partnerleri keşfetmek oldukça heyecan verici. Özellikle nöroblastom ile ilgili bazı bulgularımız var; bu konuda da bir yayınımız mevcut. Şimdi o bulguları high-throughput deneylerle doğrulamaya çalışıyoruz. Bu doğrultuda yürüttüğümüz bir projemiz var.

Çalışma alanınızı seçerken bir kişi, olay ya da rastlantı etkili oldu mu?

Biraz rastlantılar etkili oldu diyebilirim. Postdoc sırasında böyle bir çalışma imkânı buldum. O dönemde beyin gelişimi ve anatomisi üzerine yoğunlaşan bir projede yer aldım. Fakat asıl benim katkıda bulunabildiğim alan, bu süreçlerin upstream regülatörlerinin neler olabileceği üzerineydi. Örneğin mikroRNA’lar, başka transkripsiyon faktörleri, ya da downstream'de hangi genlerin bu süreçlere dahil olduğu gibi sorulara odaklandım. Bu alanda bizim keşfettiğimiz bazı yeni şeyler oldu. Başka araştırma grupları da bu konuda çalışıyor; bazen onlarla iş birliği yapma şansımız da oluyor. Transkripsiyon faktörlerinin ilginç bir özelliği var: DNA’ya bağlanarak bazı bölgeleri adeta “açma” işlevi görüyorlar. Belki her transkripsiyon faktörü bu rolü oynayabilir, bu konuda net bir tanım hâlâ oluşmuş değil. Ancak eğer gerçekten o bölgeyi açıyorsa, sonrasında orada ne yaptığı çok önemli. İşte bu noktada bir boşluk olduğunu düşünüyoruz ve biz de bu alana katkı sunmaya çalışıyoruz. Hatta şu sıralar araştırma görevlimiz Sinem Sarıtaş’ın da bu konuyla ilgili yeni bir makalesi yayımlandı.

Özellikle çalışmalarınızda sizi ne heyecanlandırıyor, ilginizi ne canlı tutuyor?

Biyolojide bazı konular çok popüler ve önemli—örneğin onkogenler kanser alanında oldukça revaçta. Ama biz biraz daha “orta düzeyde” diyebileceğimiz, herkesin üzerine çok fazla düşünmediği alanlara yönelmeyi tercih ediyoruz. Çünkü en popüler konularda çalışırsanız, genellikle başka biri sizden önce davranabiliyor. “Scoop edilmek” dediğimiz şey gerçekten mümkün ve sık yaşanıyor. Bir de şu var: High-throughput deneylerden çok fazla veri çıkıyor. Ancak bu verilerin ne anlama geldiği çoğu zaman belirsiz. Örneğin, birlikte çalıştığımız laboratuvar bu transkripsiyon faktörlerinin birçok etkileşim partnerini tanımladı. Fakat bu partnerlerin gerçekten önemli olup olmadığını anlamak için işlevsel deneyler yapmak gerekiyor. Yani bir şeylerin sadece etkileşime girdiğini bilmek yeterli değil. “Gain-of-function” veya “loss-of-function” gibi fonksiyonel deneyler yapılmadan hangi etkileşimin gerçekten biyolojik olarak anlamlı olduğunu bilemiyoruz. Bu deneyler genelde butik deneyler, yani high-throughput değil, ama işin esasını ortaya koymak için çok gerekli. Beni heyecanlandıran da tam olarak bu: O büyük veri yığınları içinde gerçekten işe yarayan etkileşimleri anlamaya çalışmak. Bu daha klasik ve detaylı bir yaklaşım ama hâlâ büyük bir ihtiyaç. Çünkü hâlâ birçok bilinmeyen var ve biz de o boşlukları doldurmaya çalışıyoruz.

Kariyerinizde dönüm noktası olarak gördüğünüz bir an var mı?

Ben de üniversitedeyken "oh, güzel, iyi notlar almışım" diyordum ama doktora sırasında, birden çok fazla iyi öğrencinin bir arada olduğu bir ortamda insan artık “en iyi öğrenci” olmuyor. O dönem, bizim üzerimizde biraz beyin yıkama gibi değil ama bir tür programlama etkisi oldu diyebilirim. Makalelerin nasıl okunması gerektiğini, sorgulama becerisinin nasıl kazanıldığını çok iyi öğrettiler ve bunu zihnimize yerleştirdiler. O dönem belki farkında değildim ama sonradan anladım ki bu süreç hayatımı ciddi şekilde etkilemiş. Hatta günlük hayatıma bile yansıdı. Şimdi bir şey okurken — ister bilimsel bir makale olsun, isterse bir haber — hemen “primer literatür nedir?” diye düşünmeye başlıyorum. Çünkü bir şey yazılmışsa, o bilginin nasıl temsil edildiğini sorgulamak gerekiyor. Belki tamamen çarpıtılmış bir versiyonu sunulmuş olabilir. Bu yüzden doğrudan kaynağa gitmek, oradan kendin değerlendirmek çok önemli. Her gün “Dünya düz mü?” gibi temel bir şeyi sorgulamaktan bahsetmiyorum. Ama karşımıza çıkan her yeni bilgiyi dikkatle incelemek, üzerine düşünmek önemli. Dönüm noktası mı tam bilemiyorum ama bu yaklaşım biçimi beni çok etkiledi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, doktora sürecimin genel anlamda üzerimde büyük bir etkisi olduğunu net şekilde görebiliyorum.

Bu süreçte sizi çok zorlayan bir an oldu mu?

Doktora süreci kesinlikle oldukça zorlayıcıydı. Spesifik olarak şu “an” diyebileceğim tek bir olay hatırlamıyorum ama genel olarak doktorayı, insanın hayatında karşılaştığı en zorlayıcı süreçlerden biri olarak görüyorum. Tabii ki aile kurmak gibi başka zorluklar da var ama doktora da başlı başına büyük bir mücadele. Tek bir özel an olmasa da sürecin sonunda insan gerçekten şöyle hissediyor: "Artık hazırım ve bu iş bitmeli." Şu an doktora öğrencilerine baktığımda da bunu görebiliyorum — adeta yuvadan uçma zamanı gibi, yeni bir hayata geçiş hissiyle dolular. O yüzden tekrar düşündüğümde, tek bir zorluk anı değil ama bütün olarak baktığınızda oldukça meşakkatli bir süreçti.

Peki moleküler biyolojide son yıllarda dikkatinizi çeken spesifik bir alan var mı? Nerelerde atılım görüyorsunuz?

Sürekli "çok fazla veri var" diyoruz ya, bu durum giderek daha da etkili hale geliyor. Artık herhalde bütün biyologların en azından biraz programlama bilmesi gerekecek. Çünkü birçok şeyi “biliyor” gibiyiz ama aslında o bildiklerimizi tam olarak anlayamıyoruz. Bu, neredeyse tüm alanları etkileyecek gibi görünüyor. Bunun dışında alan olarak, özellikle yapay organlar ve yapay embriyolar gibi konuların önümüzdeki dönemde daha fazla hayatımıza gireceğini düşünüyorum. Bu tür yeniden programlama yaklaşımları günlük araştırmaların bir parçası haline gelecek. Muhtemelen sizler de çalıştığınız konularda hücre hatlarıyla değil, bu tür üç boyutlu sistemlerle deney yapıyor olacaksınız. Ama genel olarak baktığımda, hâlâ beynin çözülmesi gereken büyük bir muamma olarak karşımızda durduğunu düşünüyorum. 1960’larda, 70’lerde yapılan o ilk deneyler çok zarif ve iyi düşünülmüş çalışmalardı; çok şey ortaya koymuşlardı. Fakat o dönemlerde bile araştırmacılar “beyni çözmek mümkün değil galiba” demeye başlamışlardı. Beynin işlevlerinin tam olarak nasıl çalıştığını anlamak hâlâ büyük bir soru işareti. Bu nedenle, gelecekte bu alanda çok daha fazla araştırma yapılacağını, hatta belki de birçok yeni şeyin keşfedileceğini düşünüyorum.

Öğrencilere ne gibi tavsiyeler verirsiniz?

Kuşaklar arasında bazı farklar var, bunu kabul ediyorum. Günümüzde yaşadığınız koşullar farklı ve birçok şeyden kaçınmak zor olabiliyor. Ama yine de en önemli tavsiyem şu olurdu: Kısa yollardan kaçının. Zekâmız var ve onu kullanmadığımızda, o zihinsel alanlar başka işlevlerle dolabiliyor. “Beynin sadece şu kadarını kullanıyoruz” gibi popüler laflar vardır ya, aslında mesele şu: Zihninizi yüksek bilişsel fonksiyonlar için kullanmazsanız, o alanlar başka alışkanlıklarla doluyor. Dolayısıyla zihnimizi sadece basit işler için değil, gerçekten zorlayıcı, düşünce gerektiren şeyler için de kullanmalıyız. Bir işi yapıyorsanız, en iyisini yapmaya çalışın. Bu sadece o işin iyi olması için değil, sizin gelişiminiz için önemli. Zor olan şeylerden kaçmamak gerek; çünkü uzun vadede sizi çok daha güçlü ve yetkin bir bilim insanı yapar. Örneğin, bir ödev yapıyorsunuz diyelim — belki doğrudan kariyerinize katkısı olmayacak ama o sırada öğrendiğiniz yeni bir şey, başka bir alanda çok işinize yarayacak. Bu yüzden kolay yollara sapmak yerine, zorluğu göze almak daha anlamlı. Yapay zekâ da günümüzde çok yaygınlaşıyor. Basit işlerde kullanıldığında faydalı olabilir, çünkü böylece zamanımızı daha zor şeylere ayırabiliriz. Ama her şeyi onun yapmasına izin verirsek — örneğin, bizim yerimize not alırsa — bu bir noktadan sonra tehlikeli olabilir. Çünkü biz not alırken aslında düşünüyoruz, dinliyoruz, yazarken o bilgi zihnimize tekrar giriyor. Yazmak, insan uygarlığı için çok kıymetli bir buluş. Bu düşünce pratiğinden kaçmak, uzun vadede zihinsel olarak yıpratıcı olabilir. Yapay zekâyı, bizi geliştirecek şekilde kullanmalıyız. Basit işleri ona bırakabiliriz ama zoru hâlâ biz üstlenmeliyiz. Aksi halde bir noktada cümle bile kuramayacak hale geliriz ve bu gerçekten tehlikeli. Bu dengeyi kurmak kolay olmayacak, sizin için de zor olacak. Ama değerli olan da zaten bu zorlukla baş edebilmek.

Üniversite yıllarınızda, “keşke şunu daha farklı yapsaydım” dediğiniz bir şey var mı?

Bazen benim kişisel bir sorunum olarak, çalışmayı her şeyin önüne koyabiliyorum. Belki daha fazla hobi demeyeyim ama ilgi alanlarıma da zaman ayırmak, onları daha fazla önemsemek iyi olabilirdi. Lise yıllarımda 12 Eylül dönemi vardı ve birçok şey kapanmıştı. Zaten yapacak fazla bir şey de yoktu. Üstelik sürekli ödev verilen bir sistem vardı. Ödevler hiç bitmezdi. Bu da insanda hiç boş vakti olmayacakmış gibi bir his yaratıyordu. Şimdiki aklım olsa, farklı ilgi alanlarına daha çok yönelip onları geliştirmek isterdim. Daha dengeli bir yaklaşım olurdu. Tabii arkadaşlıklar konusunda şanslıydım; üniversitede onlara yeterince vakit ayırabildiğim için o açıdan bir pişmanlığım yok. Ama genel olarak diyebilirim ki zamanı iyi kullanmak gerçekten çok önemli. Dengeyi kurmak hem akademik hem kişisel gelişim açısından çok kıymetli.

Peki şu anda hayatınızda bilim dışında ilgilendiğiniz hobileriniz nelerdir?

Üniversitedeki işler oldukça fazla vaktimi alıyor. Bir de şöyle bir durum oldu: Pandemiyle birlikte, orta yaşlarda insanın üstlenmek zorunda kaldığı yeni roller çıkabiliyor. Aileye bakmak gibi, caretaker olma görevi. Bu nedenle açıkçası son zamanlarda hobilere çok fazla vakit ayıramıyorum. Ama önceden zamanım olduğunda, paranın satın alamadığı kültürel aktivitelere vakit ayırırdım. Bunların insanı en çok mutlu eden şeyler olduğunu düşünüyorum. Klasik müzik dinlemeyi çok severim, sinemayı da öyle. Seyahat etmek, trekking yapmak gibi aktiviteler — çok fazla para harcamadan, az bir harcamayla mutlu olabileceğiniz şeyler — her zaman hoşuma gitmiştir. Son zamanlarda ise okuma konusunda biraz zorlanıyorum, çünkü gün içinde sınav kâğıtları, makaleler gibi çok fazla şey okuyorum. Bu yüzden bazen okumak yerine bir şeyler dinlemeyi tercih ediyorum. Podcastler bu noktada devreye giriyor. Örneğin, Emrah Safa Gürkan’ı takip ediyorum. İlham almak amacıyla onu ve benzer içerikleri takip ediyorum. Emrah Safa Gürkan gerçekten iyi bir araştırmacı gibi geliyor bana. Çünkü bazen podcastlerde, özellikle bilimle ilgili konularda, bir kişinin her şeyi bilmesi mümkün değil. Örneğin bir fizikçi moleküler biyoloji hakkında konuştuğunda hata yapabiliyor. Bu nedenle dikkatli olmak gerekiyor. Ama Gürkan, sosyal bilimlerde detaylı araştırmalar yaparak konuşuyor gibi geliyor ve zaten dinleyicilerini de okumaya teşvik ediyor. Bu da hoşuma gidiyor.

Hayatınızda hiç “yapmak isteyip de yapamadığınız” bir gelecek planı ya da seyahat oldu mu?

Evet, birebir böyle bir şey oldu aslında. Şöyle anlatayım: Biraz işkolik bir yapım var. Zamanı dengeli kullanmak gerektiğini hep söylüyorum ama bu konuda ben pek başarılı olamadım. Seyahate ya da farklı aktivitelere vakit ayıramıyorum. Sonrasında pandemi geldi ve her şeyi daha da zorlaştırdı. Annem zamanında, Sovyetler Çekoslovakya’yı işgal ettiğinde oradaymış. Ben o zaman henüz doğmamışım. Yıllar sonra birlikte tekrar oraya gitmeyi planlamıştık. “Bir gün mutlaka gidelim” diye konuşmuştuk ama hayatın akışı içinde fırsat bulamadık. Artık o seyahat pek mümkün görünmüyor. Ama içimde kalan, gerçekleştiremediğimiz bir plandı doğrusu. İnşallah bir gün tek başıma da olsa gidebilirim. Moleküler biyoloji alanında böyle can sıkıcı bir durum söz konusu aslında. Çok fazla veri var, ama etkileşim az ve bu veriler üzerinde derinlemesine düşünmek için yeterince zaman kalmıyor. Bir şeyleri toparlayıp bir hikâye oluşturmaya çalışıyoruz ama bazen üzerine gerektiği kadar düşünemeden ilerliyoruz. Önceki kuşakların hayatları daha dengeliydi diye düşünüyorum. Belki onlar iş ve özel yaşam arasında daha sağlıklı bir denge kurabiliyorlardı. Bu da benim hayıflandığım bir konu.

Sizce moleküler biyolojide bu bir problem mi? İş yükü çok mu?

Evet, özellikle deneysel alanda iş yükü oldukça fazla. Moleküler biyoloji sonuçta evrensel bir alan. Rekabet demeyeyim ama ürettiğiniz veriler, uluslararası bir düzeyde değerlendirilir. Yani bir makale gönderdiğinizde, “burada dolar kuru yüksekti, ekipman pahalıydı” gibi şeyler kimseyi ilgilendirmiyor; herkes aynı standartlara göre değerlendiriliyor. Yurt dışında da insanlar çok çalışıyor ve biz de onların temposuna ayak uydurmak zorundayız. O yüzden ya çok özgün, niş bir konu bulacaksınız — bu da sizi o alanda güçlü kılar, rekabetten biraz uzak tutar — ya da herkesle aynı düzeyde yarışacaksınız. Bu da tabii oldukça yorucu olabiliyor. Belki gelecekte bazı deneyleri robotlar yapmaya başladığında bu yük biraz azalır. Ama şu anki durumda, bu yoğunluk yeni kuşakların akademiye yönelme isteğini azaltıyor olabilir. Akademideki bu zorluk, öğrenci çekme konusunda da bir problem yaratıyor gibi görünüyor. Yani belki yeterince insan başvurmuyor artık. Bu yüzden aslında yurt dışındaki laboratuvarlar da Türkiye’den öğrencilere her zamankinden daha fazla ilgi gösteriyor. Önceden de istiyorlardı, ama şimdi bu ilgi daha da arttı. Çünkü biliyorlar ki sizler hâlâ bu zor koşullarda deney yapıyorsunuz, emek veriyorsunuz. Tabii bu durum bizim açımızdan biraz olumsuz — çünkü yetenekli insanlar yurtdışına kayabiliyor — ama sizin açınızdan baktığımızda, bu durum fırsatlar yaratıyor. Yani iş yükü fazla, ama bu emeğin karşılığı da olabiliyor.

Yapay zekâda son gelişmeler daha çok özel sektör kaynaklı gibi görünüyor, akademiden değil. Sizce moleküler biyoloji alanında da böyle bir kayma olabilir mi? Bilim üretme gücü dağılabilir mi? Bu durumun olası sonuçları neler olur?

Benim öğrencilik zamanlarımda da özel sektör üniversitelerden mezun olanları kendi bünyesine katmaya çalışırdı. Türkiye’de AR-GE hâlâ hem sektörde hem akademide sınırlı ama şirketlerin yaptığı araştırmalar tamamen onlara ait oluyor. Oysa Türkiye’de TÜBİTAK ve TÜSEB gibi kurumlar kamu fonlarıyla araştırmaları destekliyor, yani bu çalışmalar aslında halka ait. Bu, özel sektör ile akademik araştırma arasındaki temel fark. Özel sektör bir şey dener, işe yaramazsa çöpe atar ve kimsenin haberi bile olmaz. Oysa akademide üretilen bilgi, kamuya açık olur, paylaşıma girer. Dolayısıyla özel sektör araştırmalarının akademik bilim üretiminin yerini tamamen alacağını sanmıyorum. Tabii ki özel sektörün önemli katkıları da oluyor. Mesela COVID-19 aşısı sürecinde bu iş birliklerinin ve şirketlerin başarıları çok değerliydi. Ancak bu şirketler bir seminer verdiklerinde bile çoğu zaman ellerindeki bilgileri paylaşamıyorlar; çünkü o veriler şirkete ait. Bu da bilimsel şeffaflığı sınırlıyor. Şu anda ABD'de devlet destekli fonların azalması konuşuluyor. Amerika’daki kamu kaynaklı araştırma merkezlerinin verilerine biz de dünya çapında erişiyoruz. O verileri biz üretmesek de onlar sayesinde bilimsel bilgiye ulaşıyoruz. Bu sistemin sürdürülebilir olması çok önemli çünkü bu veriler tüm dünya için kıymetli. Türkiye’de de devlet destekli araştırmaların çıktıları çoğunlukla açık erişimli— zaten halkın vergisiyle fonlanan bir çalışmayı kimse kısıtlayamaz. Açık bilim, şeffaflık bu noktada çok önemli. Ancak günümüzde şirketler daha çok ilaç dışı alanlardan — örneğin supplementler, destek ürünleri gibi — para kazanıyor. Çünkü bunlar daha az riskli ve daha fazla kullanıcıya ulaşıyor. Aşı geliştirmekse riskli bir yatırım; kâr getirmeyecekse birçok şirket bu alana girmiyor. COVID döneminde bir seferberlik hali vardı, bu yüzden hızlı gelişmeler oldu. Ama örneğin Afrika’daki bazı ülkeler için gerekli aşılar hâlâ geliştirilmiyor çünkü şirketler kâr elde etmeyi beklemiyorlar. Bu da bize gösteriyor ki regülasyon şart. Genetik müdahaleler gibi ileri teknolojiler hâlâ büyük ölçüde kamu destekli ve yüksek maliyetli işler. Umudum şu: Bu teknolojiler zamanla daha ulaşılabilir, daha ucuz ve yaygın hale gelir. Hem sizin hem de benim hayatım boyunca bu gelişmeleri görmeyi isterim.

Bilim dünyasından birini yemeğe davet etme şansınız olsa, kimi davet ederdiniz ve ona ne sormak isterdiniz?

Günümüz bilim insanlarını dahil etmiyorum çünkü artık seminerlerini YouTube’dan izleyebiliyoruz. Zaten doktora yaparken pek çok ünlü bilim insanının seminerlerine katılma şansım oldu. Örneğin Francis Crick’i dinleyebilmiştim. O zamanlar kimse gidip fotoğraf çektirmezdi. Akademide o dönem insanlar daha sade, daha mütevazıydı. Sanırım geçmişten birini davet etmek isterdim. Mesela Jacques Monod... Kendisi Fransız biyokimyacı hem lac operon üzerine çalışmaları hem de allosterik regülasyonla ilgili katkılarıyla çok önemli bir figür. Elbette bu tür çalışmalar hiçbir zaman tek başına yapılmıyor ama Monod hem bilimsel yönüyle hem de kişiliğiyle dikkat çekici. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız Direnişi’nde yer almış. Yani hem bilimsel dehası hem de hayattaki duruşu bakımından çok etkileyici biri. Monod gibi birisiyle tanışmak, o dönemin düşünsel dünyasını anlamak isterdim. Çünkü az sayıda deneyle, çok derin düşünerek ilerleyen bir bilim anlayışları vardı. Gerçekten “düşünür” olarak üretmiş insanlar. Bir de Rosalind Franklin ile yemek yemek isterdim. Onun ne düşündüğünü çok merak ediyorum. Çünkü yaşanan olaylar hep James Watson’ın perspektifinden aktarıldı. Oysa Franklin'in kendi bakış açısını çok az biliyoruz. Brandeis’te biyokimya okurken, onu tanıyan bir hocamız vardı — o da bir kadındı. Zaten o dönemde kristallografi gibi zorlu alanlarda genellikle kadınlar çalışırdı. Franklin’in yaşadıklarını, bilim dünyasında nasıl bir konumda olduğunu kendi ağzından dinlemeyi çok isterdim. Büyük ihtimalle, o zamanki anlatımlarda yansıtıldığından çok daha farklı biriydi.

...
Interferon Regulatory Factor Molecule / Science Photo Library